Çok eski çağlardan beri savaşarak ya da mücadele ederek hayatta kalmaya alışık olan bizler; genlerimizde taşıdığımız olumsuz deneyimler sebebiyle, yaşadığımız sorunlarla başa çıkabilme yeteneklerimizi unuttuk ya da körelttik. Kimimiz bu yetenekleri herhangi bir alanda etkili bir şekilde kullanırken diğerimiz kullanamayabiliyor. İfade edilmeyen duygular, düşünceler ve hareketler; bedensel, zihinsel ve ruhsal alanlarımızda bölünmüşlük yaratıyor. Birikmiş negatif enerji, öfke ve kendini ifade sorunları, algı bozukluklarına sebep olurken; yaşanmış bir olumsuz deneyim kendini tekrar ediyor.
Korku’ nun yarattığı hapishanede kalmak, suçluluk duygusunu da beraberinde getirir. Özellikle geçmiş yaşamlarımızdan getirdiğimiz veya şimdiki yaşamımızın herhangi bir anında yaşadığımız travmalarımız sonucu bu duyguya sık rastlanır. Çocukluk halimiz yaşadığı olaylara bir anlam veremez ve “Ben çok kötü bir şey yapmış olmalıyım ki, başıma bunlar geldi” diye düşünürüz. Bundan sonra o anıyı hatırlatan herhangi bir olay ya da durumda donar kalırız. Öğrenilmiş çaresizlikle kısır bir döngü içinde tekrarlayan olaylar ve durumlar yaşar, ileri doğru bir akış sağlayamayız. Olayın etkileriyle baş edebilmek ve hayatta kalabilmek için de çoğu kez, unuturuz. Birey için tekrar eden bir çemberin dışına çıkmak, çoğu durumda üzerinde çalışmayı gerektirir. Eğer zamanı gelmişse bir anda çemberin dışına çıkıverir ya da yavaş adımlarla sürecin tamamlanması gerekir. Eğer yaşadıklarımızın izlerini sağlıklı bir şekilde dönüştürebilirsek, az ya da hiçbir zarar görmeden yola devam edebiliriz.
İlerleme ya da yeniye teslim olma korkusu yaşayan bireyler içinse, bir sonraki adım hep korkutucu gelir. Çünkü belirsizlik düşüncesi hâkimdir; sis perdesi ardında güneş olduğu bilinse de alışkanlıkların terki söz konusu olduğundan eskimiş olandan vazgeçmek bireyi cesaretsizliğe itebilir. İşte bu noktada regresyon terapisi ve terapist, bireyi bulunduğu konumdan ileriye taşımada etkili bir aracı görevini üstlenir. Ona çıktığı yolda yol gösteren bir rehber görevi üstlenir; akışın tamamlanmasında destek olur. Bireyin kendi içsel gücüyle ve iç rehberliğiyle yol almasında etkili bir rol oynar. Öğretici, geliştiren, heyecanlı bir oyunda başrol danışandadır. Danışan ve danışman birlikte çıktıkları bu yolculukta birbirlerine yoldaşlık eder; kendileri için önemli hayat derslerini çıkarırlar.
Travma anında ruh bedenden ayrılır ve kopar. Bundan sonra ise sürekli olarak sanki kendimizi bütün değilmişiz gibi hissettiğimiz anlar yaşarız. Bir eksiklik var ve tam değilmişiz gibi bir ruh halidir bu. Örneğin; kilo problemi olan bireyler bedenleriyle kopuk yaşadıkları için doyma hissi gelişmemiş; bağımlılık konusunda sorunları olan bireyler ise kendilerine bağlanma sorunu olduğundan, kendi ruhlarıyla aralarındaki iletişim kopmuş olabilir.
Bir danışanım ailesi başta olmak üzere yakınları ve sevdikleri için sürekli kaybetme korkusu yaşıyordu. Gündelik hayatında o kadar çok yükle yaşıyordu ki, bu onun ilerlemesini ve kendi hayatını yaşamasını engelliyordu. Etrafındakilerin sorunlarıyla uğraşmak onun için bir sorumluluk halini almıştı; kendi sorumluluklarını taşıyamıyordu. Yaptığımız seans sırasında birikmiş yoğun enerji deşarj oldu ve danışanım kaç parçaya bölündüğünü fark edince büyük bir aydınlanma yaşadı. Tek tek bıraktığı enerjileri kendinde topladı ve kendine ait olmayanları sahiplerine iade etti. Kendine sahip olmak duygusu onun için hem hafif hem de kolay olandı. Hayatının küreklerini eline almak ona iyi gelmişti…
Her birimizin hikâyesi bazen benzese de, yine de bambaşka. İnsan olarak yaşamak isteği bana göre en değerli kavram olmalı. Her ne kadar insan olarak bedenlenmiş olsak ta yine de doğadaki diğer canlılardan farkımız yok. Yaşamak için saldırgan olduğumuzda bazen diğer canlılara ya da insanlara zarar verebiliyoruz. İçimizde taşıdığımız öfke hem kendimize hem diğerlerine zarar veriyor. Öyle ki birikmiş öfke ve stres kendini kanser, şeker, depresyon, kilo problemleri, fiziksel ağrılar v.s. ile gösteriyor. Öfkenin kaynağıyla yüzleşmek aslında kolay ve anlaşılır olanı.
Bir danışanım annesine ve babasına olan öfkesini kendi kızına yansıtıyordu. Öfkeli olduğu anlarda kendini kaybediyor sanki yaşadıklarının acısını kızından çıkarıyordu. Anne ve babası, aynı evin içinde uzun süren küslüklerinden sonra ayrılmışlardı. Babası, otoriter ve mükemmeliyetçi biriydi ve sevgisini hiç gösterememişti. Kabul görme ve sevilme ihtiyacı içinde özsaygısını koruyamayan danışanım, ergenlik döneminde ve sonrasında sevgi ihtiyacı ile başka erkeklerin onu suiistimal etmelerine razı gelmişti. “O zamanlar sevildiğimi hissediyordum” diye anlatıyordu. Ailesi tarafından anne karnından itibaren istenmeyen, fazla görülen ve varlığı sorgulanan bir bebek olduğunu düşünüyor; babasına ve annesine söyleyemedikleri yüzünden gündelik hayatında kendini ifade sorunları yaşıyor; eşine, kızına ve diğer insanlara da sanki sahte bir maskeyle yaklaşıyordu. Danışanımın kendi gücünü ve özgüvenini hatırlamaya ihtiyacı vardı. Kendine olan sevgisi ve saygısı arttıkça da kızına bunu yansıtabilecekti. Çalışmalarımız sonunda eşinin kendisine “Lütfen gitme! Ben senin aslını geri istiyorum.” dediğini anlatıyordu.
Birikmiş öfke kendimizi ifade etmenin önündeki büyük engellerden biridir. Hem kendimize hem de başkalarına yabancılaştıran öfke sorunumuza sahip çıkmalı; böylece sağlıklı ilişkiler için kurulması gereken iletişimin önündeki engeli kaldırmalıyız. Çoğu kez agresyon hali içinde pasif bir şekilde bunu yapar; gündelik hayatlarımızda “tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış” durumunu yaratırız. Ya da birikmiş öfkemiz bir anda ortaya çıkar; her şeyi yakar, yıkar ve geçeriz.
Yakın zamanda yaptığım bir diğer regresyon seansında, genç danışanım henüz 25 yaşında ancak fiziksel olarak adeta yaşadıklarının etkisiyle yaşının çok üstünde görünüyordu. Birçok fiziksel sağlık problemi vardı ve depresyondaydı. Şimdiki hayat hikâyesinde, çocuk yaşta anne ve babası ayrılınca kendi tabiriyle ailesi dağılıyordu. Üç kardeşin ortancası olan danışanım aileyi toparlamayı kendine bir görev biliyor; hem anne hem de baba görevini üstleniyordu. Hayatla tek başına mücadele ediyor; özgüven ve sevgi eksikliğini içsel olarak tamamlamaya çalışıyordu. Kardeşlerine, annesine ve babasına destek olma göreviyle nihayet yorgun düştüğü anda seansa katılmaya karar vermişti. “Sanki artık hayatımın sonuna geldim. Yapabileceğim hiç bir şeyim kalmamış gibi hissediyorum. Yorgun ve çaresizim, kendime acıyorum” diyordu. “Devam etmek için bir nedene ihtiyacım var.” (Çocukluk travması yoğun olan bireyler hayatla mücadele etmek duygusunu çok ağır yaşarlar. Sürekli olarak savaşmak ve mücadele etmek alışkanlık halini almıştır. Sorun yoksa da sorun yaratır; böylece hayatlarını devam ettirdiklerine inanırlar. Ki bu danışanım da alkollü araç kullandığı bir anda trafik kazası geçirmiş ama ne şans ki tek bir çizik bile almadan hayatta kalabilmişti.)
Birlikte yaptığımız seans sonunda danışanım için en önemli an, annesinin evden ayrıldığı ve beş sene boyunca onu hiç görmediği andı. Sanki yirmi yıldır taşıdığı tüm yükleri bir anda bırakırcasına içini boşalttı ve ağladı. O anda annesine gitme diyememişti. Yetişkin hali bir şeyleri değiştirmeyeceğini bilse de çocukluk hali bunu anlayamamıştı. Seans sırasında biriken öfkeyi, ifade edilmeyen duyguları, verilmeyen tepkileri dışa vuran danışanım epey yorulmuştu. Girift ve hayatını kâbusa çeviren duyguları, düşünceleri ifade etmek ona çok iyi gelmişti. Nasıl hissettiğini sorduğumda; “O kadar şanslıyım ki her şeye rağmen hala yaşıyorum.” diyordu. Bu zamana kadar kendini çok yalnız hissetse de artık iç rehberinin sesini duyabiliyordu. Ona “Sen ne zaman istersen yanındayım” diyordu.
Seansın sonunda danışanım artık kendisi için bir şeyler yapmak istediğini söyledi. Yaşamak ve bu zamana kadar yapmak isteyip de yapamadıklarını yapmayı istiyordu. Fiziksel olarak da kendi yaşı gibi görünüyordu. Bu zamana kadar hiç çocuğu olmasını istememiş; kendi yaşadıklarını ona yaşatmaktan korkmuştu. Artık bunu da düşünebilirdi çünkü; hayat yaşamaya ve yaşatmaya değerdi.
Sevgi ve Selamlarımla…
Sema Dikyol Selvi